Yaz sonunda limonata gibi bir akşamüstüydü.
Çanakkale’den İzmir’e dönüyorduk. Ayvalık’tan geçerken, çalışma arkadaşım Atilla Köprülüoğlu’na “Buraya gelip de ona uğramamak olmaz” deyip, direksiyonu Cunda’ya kırdım.
Gittiğimizde bizi değerli eşi Andree karşıladı.
Bekir uyuyordu. Hem sahilde şakalaşan son yazlıkçıların kahkahalarını, hem de bizim sesimizi duyunca geldi.
Bizi görünce, yüzünde gülücükler açıverdi.
Balkona oturduk. Ağrılarının geceleri onu uyutmadığını, sabaha kadar balkonda oturduğunu, yıldızları, denizi, alargadaki teknesini ve uzaktaki deniz fenerinin yanıp sönen ışıklarını seyrettiğini anlatıyordu.
Gerçekten de yazlık, ne kadar seyredilse yine de bıkılmayacak eşsiz bir doğaya bakıyordu.
Bekir yanından hiç ayrılmayan sadık dostları “Postal” ve “Suşi”yi şefkat ve sevgiyle okşuyordu.
Andree kaşla göz arasında çayı demledi, yanına Bekir’in çok sevdiği (üzümlü-cevizli) nefis kek ve börekler hazırladı.
Ülke gündeminden konuştuk, dünyada olup bitenleri yorumlamaya çalıştık.
Cumhuriyet değerlerinin bir bir yok edilişine çok üzüldüğünü belirtiyordu.
Yorgundu, çok yorgun.
Gitme vakti gelince kardeş sevgisiyle sarılıp vedalaştık.
Nereden bilebilirdik ki, bizim Bekir’i son görüşümüzmüş o gün...
★★★
Büyük yazar, düşünür, Bekir Coşkun’u beş yıl önce bugün kaybettik.
Acı haberi ilk duyduğumda ona yaptığım şakaları hatırladım.
Telefonda nasıl da işletirdim.
“Hele Balıkçı Hasan” şakası...
Hiç kızmaz, kahkahalarla gülerdi...
Onun dostu olmak, birlikte SÖZCÜ’de yazmak, muhteşem bir onurdu benim için...

★★★
Anısına kaleme aldığım satırları, 7 Eylül 1997 tarihli “Kafes” başlıklı yazısını alıntılayarak bitirmek istiyorum.
“Ne yazık ki bizim küçük serçe uçamıyor, kafeste kaldı...
Onun öyküsünü Kanal D ile Kanal 6 haber bültenlerinde verdiler...
Acımasız gözükmesine karşın, aslında yufka, sevecen yürekli olan Uğur Dündar telefonla arayarak serçenin hikâyesini seyircilerine ulaştırdı...
Kanal 6’da Serkan Oral’ın yazdığı metin, serçeden çok hepimizi anlatıyordu...
Ben yıllardır neler yazmıştım da, kimse tınmadı...
Büyük siyasetler, büyük büyük devlet adamları, büyük laflar, büyük ahkâm kesmeler...
‘‘Tık’’ yok...
Bir küçük serçe yavrusu neler yaptı...
O uçamıyor...
Camı açıp, pervazlara ekmek kırıntıları koyup, hiç olmazsa arkadaşlarının onun yanına gelmelerini sağlıyoruz...
Sonra onlar uçuyor, bizimki başını yana yatırıp, küçük gözleri ile onların arkasından öyle bakıyor...
Sevgili eşim, kafesi elime tutuşturup ‘Gezdir...’ diyor...
İlk defa kuş gezdiriliyordur... Onun mutlu olacağını bilse, panel ve seminerlere dahi götürecek...
★★★
Gittiğimiz yemekteki o kilolu hanım, ‘Ben aslında çevreciyim... Serçeler gibisi yok...’ dedi...
‘Demek hayvanları seviyorsunuz?..’
Önündeki piliç budunun yarısını götürerek:
‘Tabi ki... Nasıl da kıyıyorlar hayvanlara... Ben hiç kıyamam o canım şeylere...’
‘Ya tavşanları?..’
‘Zavallı, onların da kanatları yok...’
Bu kez tavşanların kanatları olmadığına hüzünlendik...
‘En çok neyi seversiniz?..’
‘Doğrusu hepsini... Hani o kuyruğu olanlar neydi?..’
(Bilmiyorum, kuyruğu olmayan hayvanın olmadığını biliyor muydunuz?..)
‘‘Nasıl bir şey?..
Kuş, kuzu, kurt, leylek, kedi, sincap, kanarya, tilki?...’
‘Tilki’yi tanıdı:
‘Modası geçti...’
‘Neyin?..‘
“Tilkinin...’
★★★
Elimde kafes...
Bence herkesin bir kafesi vardır...
Kimimiz bir kafesin içinde...
Kimi zaman kafes bizim içimizde...
Çıkmak isteriz, boşuna...”
Sevgili arkadaşımı özlem, sevgi ve rahmetle anıyorum...