Samatya’da otururken, sıkıldığımda, bunaldığımda ya da yürüyüş yapmak istediğimde meydanlara açılan küçük daracık sokaklarının, tarihi ahşap evlerinin samimiliğine gülümseyerek bakarak dolaşır, sonra kendimi sahile atardım. Deniz bana seslenir, sevecen elleriyle, ‘gel... gel...’ diye çağırırdı. Denizin kıyısına, çakıl taşlarının üstüne basa basa giderdim. Taşlar yankılanırdı.
Deniz parlardı gümüşten pul pul. En uzağa bakardım. Uzakta, kıyıdaki gözükmeyen tepelerin üstünden ışığa batmış bulutlar kabararak yükselirdi. Birden her yer çiçekliğe keserdi. Çiçekler, hiç duyulmamış, kimse tarafından görülmemiş bir cennet bahçesinin çiçekleriydi. Annemin teneke saksılara diktiği sardunyaların, küpelilerin daha büyüğü, daha renklisiydi. Kırmızısı, sarısı, beyazı, pembesi...
Nasıl bulutsa, aynı yere bir bulut gelirdi, bütün her yeri, denizi, kıyıyı, uzak tepeleri turuncu ışığa boyardı. Ardından da yıldırım oku gibi bir güçlü, uzun kırmızı bir ışık çakar, sonra göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık süre içinde Samatya’yı, Yedikule’yi dolanır, geçip giderdi.
★★★
Yedikule’nin gözü kara kardeşiydi Samatya...
Hani şu zindanlarıyla meşhur semt... Son Abbasi Halifesi’nin hiçbir zaman gelmediği zindanlar... Hani, Evliya Çelebi’nin hatıratında; “çâh-ı cehennem misal” olarak adlandırdığı yer.
Samatya sokaklarında Türkçe’nin yanı sıra Rumca ve Ermenice de konuşulur, ezan sesleri, çan seslerine karışırdı..
İstanbul’a ait düş zenginliği, kalplerinde güneşin asla batmadığı ve mütemadiyen gülümseyen balıkçıların, kardeş ruhlarla yapılan eğlencenin hasının ve karındaşlık olmasa da haldaşlığın yeriydi burası.
Ben o zamanlar burayı dünyanın en bereketli, bolluklu yerlerinden biri sanırdım; herkes evine ellerinde filelerle, bez torbalarla dolu dolu giderdi.
Kimse diğerine “öteki” diye bakmaz, dışlamazdı.
İnsanın kendi sesini bulduğu, sözlerin sese, renklerin ışığa dönüştüğü, bir arada yaşama kültürünün çok geliştiği bir yerdi Samatya. Saygı, sevgi, beraberlik, samimiyet, birbirini kollama, acısını, sevincini darlığını yokluğunu paylaşma ve hoşgörü vardı.
★★★
Bu hoşgörü yeni duygular, düşünceler kazandırdı bana.
Denizden esen yosun kokulu rüzgâr, havadaki bulutlar gibi, sonbahar yaprakları gibi uçardı o eski Rum evleri gözlerimin önünde.
Gülümseyişi andıran bir duruşa sahip o eski evler ki; samimi ve sıcak, gururlu ve sert ama sevecen, taşın, toprağın, harcın, tuğlanın, ahşabın birleştiği, gözü pek bir sevinçle bakarlardı... Cumbalı kâgir evlerin sıralandığı daracık sokaklar küçücük meydanlara çıkardı. Güler yüzlü insanların, neşeli kalplerin, dostluk susuzluklarını giderdikleri, gittikçe uzamış, genişlemiş, her biri bir yıldız olmuş kollarıyla birbirlerini yaldızlamak, aydınlığa boğmak için sevgiyle kucaklaştıkları buluşma noktalarıydı bu meydanlar. İplere dizilmiş ışıklar gibi parıldayan çirozluk uskumruların, denizlerin kara gülleri midyelerin, ızgara balıkların kokuları yayılırdı etrafa.
Barış ve hoşgörü içinde, ince belli bardaklarda tavşankanı çaylar eşliğinde insanlar hoş sohbetlerin yücelerine dalarlardı.
★★★
Hemen herkes birbirini tanırdı.
Bugünün Türkiye’sinde birbirlerini diken gibi gören insanlara hiç benzemezlerdi.
Nefret etmeyi, kötü görmeyi bilmezlerdi. Birbirlerine gece karanlığı olmazlardı, aksine aydınlık olurlardı.
Birbirlerinin üstünü açmazlar, birbirlerinin üstünü örterlerdi.
Birbirleriyle tek ışık olurlar, bulundukları yeri dostluğun barışın sevginin, hoşgörünün ışığıyla aydınlatırlardı.
İşte Samatya’da o aydınlıkla yaşadım ben.
Evlerine girdim, yemeklerini yedim, düğün masalarında oturdum, cenazelerine katıldım.
Güldük ya da ağlaştık birlikte.
Hepsi birbirine benziyordu.
Ve hepsinin de gözlerinde o tek ışık vardı: İnsanlık ışığı...
Hepsinin bir ağzı vardı ve aynı türküyü çağırıyorlardı: İnsanlık türküsü...
★★★
Ustalıkla mühürlenmiş, bir kral yüzüğü gibi katıksız yalın ve som altından, değerli, yetenekli insanlar vardı Samatya’da. Artık kıymeti bilinmeyen ve tüm eski değerler gibi zamanın çöplüğüne atılan, unutulmaya yüz tutan meslekleri hâlen bıkmadan usanmadan sabırla yapan şamdancı Osep, sedef kakma ustası Ohannes, gümüş sanatçısı Yetvart, ayakkabıcı Nefter... Çello çalan berber Niko, buğulu bir sabun kokusuyla kokan küçük dükkânında, öğrencileri yarı fiyatına tıraş eder, bazen de durumuna bakar hiç para almazdı. Öyle usta bir berberdi ki Berber Niko, saçlarda makası işlemeye başladığı zaman, onun uyumunu hiçbir şey bozamazdı, makas aksamadan sürekli şıkırtılarla işlerdi.
Berber Niko hem insanın derdini açar, konuşturur, kendi de konuştukça konuşur, makas da aynı uyumda şıkırdar, çaydanlıktan ortalığa sıcak bir buğu yayılırdı.
Tıraştan sonra da mutlaka demli çay ikram ederdi.
★★★
Bayramlık ayakkabılarımı Nefter Yayla’dan alırdım. Nefter Usta, Beyoğlu’nun en şık mağazalarına 200 liraya sattığı ayakkabıları mahalle gençlerine 50 liraya verirdi. Öylesine yüce gönüllüydü. Dar gelirli ailelerin çocuklarından ise para almazdı, “Ben okuyamadım, bari siz okuyun” derdi.
(Günümüzde yıkılıp üzerinden asfalt geçirilen yerde Samatya Deniz Spor Kulübü yer alıyordu.)
Ben, sporsever, atletik bir gençtim. Burada kürek çekme ve vücut geliştirme sporu yapardım.
İnsan hazineleriyle dolu bu kulüpte, briç ustası olan taksici Vefalı Celal Ağabey bana briç oynamayı öğretmişti. Arkadaşlarım Halil, Teoman, Adem, Türel, Haydar ve Mete ile Samatya Deniz Spor Kulübü’nde tatil günleri düzenlenen briç turnuvalarına katılırdık. Turnuvanın en zevkli yanı, kaybedenlerin arkadaşlarına deniz kenarındaki lokantada yemek ısmarlamasıydı.
★★★
Gittiğimiz Olimpiyat Lokantası’nın sahibi, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye Cumhuriyeti’ne olimpiyatlarda ilk altın madalyayı kazandırmış olan grekoromen milli güreşçimiz Yaşar Erkan’dı.
“Şampiyon” dört yaşındayken Erzincan’dan İstanbul’a gelmişti. Kumkapı Güreş Kulübü’nde güreşe başlamış ve burada yetişmişti. Babası Ali Efendi de köylerinin meşhur pehlivanlarındandı. Yaşar Erkan, 1933 yılında Türk Milli Güreş Takımı’na seçilmişti, aynı yıl Balkan Şampiyonluğu’nu kazanmıştı. Bu şampiyonluğu 1934 ve 1935 yıllarında da elinde tutmuştu. Berlin’de ise grekoromen 61 kiloda Olimpiyat Şampiyonluğu’na ulaşarak şanlı bayrağımızı göndere çektirmiş ve Milli Marşımızı çaldırmıştı. Altın madalya aldıktan sonra “Şampiyonluk kürsüsünde şanlı bayrağımız şeref direğine çekilirken kendimi tutamadım, gözlerimden yaşlar sel gibi aktı. Yüz yirmi bin kişinin ve Hitler’in önünde bayrağımızı şeref direğine çektirmek ve ayakta güzel marşımızı dinletmek, hayatımdaki mutlulukların en büyüğü oldu” demişti.
★★★
Görmüş geçirmiş, mangal yürekli bir adamdı şampiyon. Yemeği ısmarlayacak olanlara takılmayı sever, garsonlara; “Bu aslan gençlere, geleceğin büyük adamları talebelere donatın masayı” der, sonra da bıyık altından güler, “Bakalım, yüklü faturayı nasıl ödeyeceksiniz” diye takılırdı.
Böyle söylerdi söylemesine ama ya çok az para alır, çoğunlukla da hiç para almazdı. Öylesine, zaman zaman 15-20 gence masa kurar, sofrayı mükellef donatır, öğrenciler yiyip içip hesabı istediklerinde, “Siz derslerinize, öğrenmeye iyi verin kendinizi, üniversiteyi bitirin, iş güç sahibi olun. ondan sonra ödersiniz,” derdi.
Öğrenciler onun baş tacıydı...
★★★
Şimdi geriye dönüp bakıyor ve anılarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken “İyi ki gençliğimiz yetişkinlerin gençlere değer verdikleri döneme denk gelmiş ve iyi ki “Küçük Paris” olarak anılan Samatya gibi şenlikli ve sakinlerin birbiriyle barışık oldukları bir semtte yaşamışız” diyorum.