Milletin efendisi köylüyü kimler sistemin kölesi yaptı?...

1950’li yılların ilk yarısı...

Henüz Çanakkale 18 Mart İlkokulu’nda öğrenciyim.

Okullar tatil olur olmaz babam bizi (Annem ve dört kardeşim) İnanöz otobüslerine bindirip, Silivri’ye, Akören Köyündeki Hacı dedem Nuri Özgür’ün yanına gönderiyor.

Silivri’de dayılarımdan biri at arabasıyla karşılıyor.

Hava güzelse 26 kilometrelik toprak yolu 2 saatte, yağış varsa 3,5-4 saatte alıyoruz...

★★★

Köye vardığımızda kara çarşaflı, melek kalpli Hacı anneannem, dayılarım, yengelerim ve çocuklarını bizi beklerken buluyoruz. Bayram yerine dönen evde, gaz lâmbalarının cılız, titreyen ışıklarında süren hasret giderme sohbetinin ardından, yol yorgunluğunun da etkisiyle, mışıl mışıl bir uykuya dalıyoruz.

★★★

Ertesi sabah dayılarımın benimle akran çocukları Engin ve Dinçer ile hayvan otlatmaya gidiyoruz. Dedemin 300 koyunu var. Evdeki ahırda da 4-5 büyükbaş hayvan ve 5 at barınıyor. Eyersiz, yelesine tutunarak dörtnal koşturduğum Karyağdı beni görünce sevinçle kişnemeye başlıyor. Çünkü ona çaktırmadan şeker vereceğimi biliyor...

★★★

Ekinleri dayılarım tırpanla biçiyor, harmanı ise atın çektiği döğenle biz çocuklar yapıyoruz. 

Akşam üzeri dayılarım gelip buğdayları samandan ayırıp çuvallara dolduruyorlar.

Dedemin geniş toprakları var. 

Bereketli topraklarda buğday, arpa, yulaf, ayçiçeği, nohut, şeker pancarı, mısır ve kavun karpuz tarımı yapılıyor...

★★★

Hasat zamanı geldiğinde, kafam büyüklüğündeki şeker pancarlarını bel ile çıkartıp yapraklarını kestikten sonra arabaya doldurarak Kabakça Tren İstasyonuna götürüyoruz.

Oradan da şeker üretmek için trenle Alpullu Şeker Fabrikasına gönderiliyor.

İstasyona her gidişimizde bir kaç gün öncesinin gazetelerinin yolcu salonuna bırakıldığını görüyor, soluk soluğa okuduktan sonra, İstasyon Şefi izin verirse, bizim köyün kahvesi için alıyoruz..

★★★

Köyde ekmek satılmıyor. 

Zira herkes çuval dolusu buğdayı arabasına yüklediği gibi Karasu’nun suyuyla dönen değirmene götürüp un haline getiriyor. Daha sonra da evindeki fırında kendi ekmeğini pişiriyor.

Günümüzde Büyükçekmece Gölünü besleyen Karasu, o yıllarda, içinde kitap okunacak kadar berrak...Ve biz, hiç çekinmeden suyunu kana kana içebiliyoruz...

Hacı dedem, Hacı anneannem ve torunları...

★★★

Sizi sıkmadan sözü şuraya getireceğim:

Evet, İstanbul’un bir köyü olmasına karşın Akören’in yolu yoktu, elektriği yoktu, suyu yoktu. Köylü su ihtiyacını Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma tarihi çeşmeden karşılıyordu. Su, bakraçlarla evlere taşınıyor, musluklara doldurularak kullanılıyordu.

Evlerde radyo olmadığından radyo tiyatrosu meraklısı komşular bizim evde toplanır, dedemin pilli radyosundan cızırtılar arasında yayını dinlemeye çalışırlardı.

Genç Cumhuriyetin yokluk yıllarıydı. Ancak o bereketli topraklarda yetişen her ürün para ediyordu. Ve biz öğrenciler, kendi kendisine yeten az sayıdaki ülkeden birinin evlâtları olmaktan gurur duyuyorduk...

★★★

Dedem önce traktör aldı. Böylece dayılarım kara sabanla tarla sürmekten kurtuldular.

Sonra biçer bağlar geldi. Orakla ekin biçmek de tarihe karıştı.

Birkaç yıl sonra ise köyde teknoloji devrimi yaşandı. Çünkü dedem batos almıştı. Artık ekinler hem biçiliyor, hem de buğday, arpa vs bu dev makine tarafından çuvallara dolduruluyordu.

Zamanla köydeki traktör ve biçer bağlar sayısı çoğaldı.

Kerpiç evlerin yerini taş ve tuğla ile inşa olunan evler aldı...

★★★

Bugün o bereketli topraklar bölünmüş olmalarına rağmen yerli yerinde duruyor.

Ancak mazot, gübre ve zirai mücadele ilâçlarından kaynaklanan yüksek maliyet nedeniyle köylü boğazı tokluğuna çalışıyor.

Kredi borçlarını ödeyemeyenler kahvede çayı veresiye içiyor.

Haciz için avukatların biri gidiyor, diğeri geliyor.

Bir zamanlar “milletin efendisi” olan köylü, bugün sistemin kölesi haline getrilmiş, adeta sürünüyor.

Borç sarmalı içinde çırpınırken, yolun, elektriğin, suyun olmadığı yılları özleyenler bile çıkıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun mazot, gübre ve fide yardımı işte bu nedenle köylüye hayat veriyor...