Bir zamanlar Türkiye!..

“Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde.

Oysa yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen, arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra, ancak Savaştepe’ye kadar gidebilmiştik.

Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer kapalıydı. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken, tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla Hüseyin amcayla tanıştık.

Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olabileceğini söyledi.

Araca yaklaştı, kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motorun çalışmasını dinledikten sonra, soğutma sisteminde sorun görmediğinden söz etti. 

Bir süre daha bakındı.

Sonra “buldum galiba” dedi.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. 

Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemeler ıslak olmalı” diyerek durumu izah etti. 

Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü!..

Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor, eksilen soğutma suyu yüzünden hararet yapıyordu. 

Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;

“Doktor musun?”

- Evet.

“Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer, soluklanırsınız.”

Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve

menapoza bağlı yakınmalardı. Bazı tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.

★★★

Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde, evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu, 39 yıl Ege’nin köylerinde çalışıp emekliye ayrıldıktan sonra Savaştepe’ye yerleştiğini anlattı.

Çocukları okuyup büyük şehirlere gitmişler. O da burada hanımıyla baş başa yaşıyormuş.

- Neden buraya yerleştin amca?

“Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Savaştepe Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken, ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin insana nasıl mutluluk verdiğini. O nedenle ayrılamadım buralardan. Anılarım beni bırakmadı...”

- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?

“Dedim ya; sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne anlam ifade ettiğini bilmezsiniz. 

O zamanın okulları sanırsınız köy enstitülerini!.. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Kısacası hayatı öğrendik ve öğretmen olup, hayatı öğrettik çocuklara.”

- Yani elinizden çok iş geliyor.

“Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi, soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden kapattılar ya!..”

★★★

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın eşi. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını, sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.

Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız, kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.”

- Nasıl yani?

“İnsan da doğanın meyvesi değil mi oğlum?”

Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;

“Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.

Çoğunu sıkıp, yağını çıkarıp, posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor, selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını, buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutarak hayata hazırladığımızı sanıyor, ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz onları!..”

-Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi, diye soracak oldum. Hanımına baktı, gülüştüler.

“Hurma zeytini bilir misin?”

- Bilmem. Hiç duymadım.

“Ege’nin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.”

- Eeee.

“Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştiriyor, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmasını sağlıyordu. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı insanı. Hayata hazırlıyorlardı.”

★★★

Sustuğumu görünce, hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.

İşte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım doktorcuğum, unutulsun istemiyorum” dedi.

Kitaplığından çıkardığı iki kitabı da kızıma hediye etti. Vedalaştık.

Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar...

(Dr. Mehmet Uhri’nin bu yol hikayesini, Köy Enstitüleri’nin kurucusu Hasan Ali Yücel başta olmak üzere, Savaştepeli emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve bu unutulmaz eğitim yuvalarına emek veren tüm Köy Enstitüleri’nin anısına ithaf ediyorum. U.D.)